Sabahattin Tuncer; RTE ve HBK'a cevaben

UCUBE Mİ İSTERSİN? ÇOK!



Mehmet Aksoy’un “İnsanlık Anıtı”nı “ucube” sıfatıyla aşağılamasının ardından konuya ilişkin açıklamalarını sürdüren Başbakan, popülist söylemin bildik tüm performanslarını sergilerken entelektüellere saldırmaktan da geri durmadı. Başbakanın son konuşmalarından öğreniyoruz ki kendisi neyin sanat eseri olup olmadığını anlama yetisini belediye başkanlığı yaptığı yıllarda kazanmış. Gel gelelim, söyledikleri, sahip olduğunu iddia ettiği formasyon açısından bize hiç de ikna edici gelmiyor. Çünkü sanat adına yapılmış bir nesneye güzel, güzel değil, çirkin, hoş, ulu, trajik vb. nitelemeler ve kavramlarla karşılık verebilirsiniz; ancak “bu estetik değil” ya da “bu estetik olmamış” derseniz bunun hiç bir anlamı olmaz. Neden böyledir bu? “Estetik”, zaten tam da “neye güzel diyebiliriz?” sorusuna cevap arayan felsefe disiplininin adıdır da ondan!



Sanat eğitimi almış ve biçimler dünyasını farkeder biri haline gelebilmeyi ancak otuzbeş yıllık mesleki pratiğin ardından başarabilmiş biri olarak söylemeliyim ki sanat konusunda anlamlı bir yargı üretebilmek için estetik disiplinine nüfuz etmiş olmanız gerekir. Bunu yapabilmek uğruna insanların bütün ömürlerini adadıklarını unutmayalım. Kaldı ki bu da yeterli değildir. Sanat tarihi, uygarlık tarihi, arkeoloji gibi disiplinlerin yanı sıra, bir form sanatı olan heykelin kendine has diline de vakıf olmanız gerekir.



Peki, ben anlamıyorum diye insanlar felsefe ve bilim yapmayacak mı; müzik, resim, heykel vb. sanatlar olmayacak mı? Ya da herşeyi benim anladığım gibi mi yapmak zorundalar? Açık ki herkes herşeyi bilemeyebilir; bilmek istese de buna zaten ömrü yetmeyecektir. O halde? İyisi mi, sizin de söylemiş olduğunuz gibi, herkes kendi işini en iyi şekilde yapmaya çalışsın, başkasının işine de karışmasın. Toplumda uzmanlıklar ve iş bölümü vardır. Özellikle siyasetçilerin sanat gibi özerk ve özgür bir alanda yargılayıcı ve düzenleyici olmaya heveslenmelerinin sonuçlarına gerek kendi toplumumuzda gerekse de Dünya tarihinin gördüğü tüm totaliter toplumlarda yeterince ve acıyla tanık olduk.



Sayın Başbakan, sizin göreviniz, insanlara neyin güzel, çirkin, eğri, doğru, iyi, kötü olduğunu göstermek değildir; sizin göreviniz, insanların bunları birbirinden kendi başlarına ayırdedebilmelerinin olanak ve koşullarını oluşturup insanlara sunmaktır. Bu konuda insanlara güvenebilirsiniz. Topluma yön gösteren şeflerden, başöğretmenlerden, çobanlardan biz çok çektik; artık onlara ihtiyacımız yok.



“Totaliter toplumlarda sanat” demişken H. B. Kahraman’ın geçtiğimiz günlerde okuduğum tuhaf yazısını da atlamamak gerekir. Yazar, Hitler Almanyası’nın, Musolini İtalyası’nın, Stalin Rusyası’nın totaliter rejimlerinde heykel sanatının ideolojinin hizmetine sokulmuş olmasına vurgu yaparak “Rejimin demokratik niteliği azaldıkça, geriledikçe, heykelin anıtsallığı artar. Bu kural hiç değişmez. Bugün bile böyledir. Şöyle söyleyeyim; demokratik toplumlarda heykel, antidemokratik toplumlarda ‘anıt’ vardır. Heykelin fügüratiften soyuta kayması demokratikleşme düzeyine işaret eder” diyor. Buradaki imayı hemen anlıyoruz tabii; “anıt” yapıyorsan – ki bunun ne anıtı olduğu, yani yapıtın içeriği hiç önemli değil burada - anti-demokratik, giderek totaliter bir ideolojiye hizmet ettiğini ya da bizzat o tür bir zihniyete sahip olduğunu daha baştan kabul ve beyan etmiş oluyorsun!



Eh, karşınızda bilgiden çok ümmiliğin bulunduğu bir yerde “sanat yapıtının mahiyeti” üzerine toplum bilimlerinden devşirilmiş argümanlarla total ve spekülatif bir tez oluşturmak da, bu tezin doğruluğuna iman edip sanat yargıçlığına soyunmak da aynı ölçüde kolaydır elbette. Sanat yapıtının kökeni üzerine sanat ve estetik yıllardır ter dökedursun, siyasetçiler ve toplumbilimciler işi çoktan çözüp sanatsal yargı gücünü kendi iktidar alanlarının tekeline almışlar anlaşılan. Açıklıkla söylemeliyim ki plastik sanatlar uğraşının dışında durup da “gözün yaptığı iş”e ne kifayeti ne de tekabüliyeti olan “söz” aracılığıyla bu alana müdahil olma gayreti içindeki “yorumcu”ların alanımızı tacizi, çoğu zaman siyasetçilerden daha ölçüsüz, daha düstursuz. Söze bir “estağfirullah”la başlamak daha doğru değil mi?



Sanatta “soyutlama” kavramına henüz nüfuz edememiş, sığ bir anlayışın şemalaştırdığı figüratif – soyut ikileminin içinde bocalayıp duran H. B. Kahraman, acaba Picasso’yu hangi kategoriye yerleştirecek - Soyut mu, figüratif mi? Zira biyografisine bakacak olursak, Picasso, soyut sanat diye bir şeyin olamayacağını, bunun saçmalık olduğunu ve kendisinin de figüratif resim yaptığını söylemiştir. Ne yani, Picasso’nun figüratif resim ve heykellerini içinde bulunduğu toplumun anti-demokratik göstergeleri mi sayacağız bu durumda? Yoksa Picasso faşist miydi? Tam bir saçmalık!

Yazarımız, bu kadarla da kalmayıp Mehmet Aksoy hakkında dedikodu düzeyinin ötesine geçemeyecek şeyler sıraladıktan sonra “... görsel ideolojinin önemli ölçüde onun yapıtlarıyla oluşmasıdır. Dolayısıyla onun heykelciliğini tartışmak, Türkiye’deki heykelin ‘bugün’ünü anlamak bakımından zaruridir” buyuruyor. Ne? Bir yaşıma daha giriyorum - Hangi görsel ideoloji oluşmuş acaba Mehmet Aksoy’un yapıtlarıyla? Doğrusu bunu çok merak ettim.



Biz Türkiye’de heykel sanatının bugününe ait derin bir analiz beklentisi içine girmişken, bakın, bu beklentinin karşılığını yazar nasıl veriyor: “Kendisini tanısam da yaptığı heykelin çok eski bir anlayışa dayandığını, fazlasıyla ifadeci, çoğu zaman illüstratif, hayli stilistik, hatta şematik olduğunu belirteyim”. Bu ifadenin ciddiye alınacak hiçbir yanının olmadığını konuya vakıf herkes bilir. Heykeli put yapmayla aynı şey zanneden veya kabul eden bir anlayışın bu sanata saldırısını görmezden gelip ortada hiçbir sorun yokmuş gibi davranmak... “Erk”e yaranma gayreti içinde sanat eleştirisini ucuz bir biçimde harcamak... Çok büyük etik sorunlar, büyük ayıplar bunlar.



“İnsanlık Anıtı”yla bir de bir heykel, bir sanat yapıtı olarak ilgilenmeyi deneyelim... Heykelin çokça tartışılan devasa boyutları, “İnsanlık Anıtı” söz konusu olduğunda, gerçekte bizi “yüce”nin estetiğine götürüyor. Bir anıt, eğer baskılayıcı ve boyun eğdirici dünyevi veya uhrevi güçlerin yüceltilmesine hizmet ediyorsa onu kınayabilirsiniz. Öte yandan, eğer yücelttiğiniz şey barışsa, böyle bir anıtı yapmak ve dikmek insanı olsa olsa onurlandırır. Kuşku yok ki mutlak barış, Habil ve Kabil’den beri gerçekleştiremediğimiz bir rüyamız, bir “ide”mizdir. İnsanın her barış yakarışında “pathos”a maruz kalışı vardır. “İnsanlık Anıtı”nın “güzel” problemi, bu gerçeğin derin bilinciyle, “hoş olan”ı içermemeyi, onu dışarda bırakmayı yeğleyerek “pathos”a, “trajik” olana uzanıyor. Sanat aracılığıyla “hakikat”i dillendirme gayretinizde eğer temanız barış ise, bunun içi, ister istemez, sonsuzca ölme ve öldürme ile doludur. Hakikatin acısı karşısında bakış da duruş da patetikleşir. İkiye yarılmış ‘tek’in gergin boşluğunda zamansal ‘var – yok’ oluştan bir yuva kurmuşuz; onu anlamlandırmaya çalışmak arzusuyla yanıp tutuşuyoruz.



Sabahattin Tuncer

Ressam

Comments

Popular Posts